Nasıl oluştu, nereden geliyor: Nuh Tufanı’nın hikayesini Naci Görür anlattı

Jeolog ve deprem bilimci Prof. Dr. Naci Görür’ün yeni kitabı “Sesimi Duymayan Kaldı Mı?” Masa Kitap’tan çıktı. Söyleşi tarzındaki kitap, ünlü deprem bilimcinin çocukluğuna, gençlik yıllarına ve Türkiye’nin deprem tehlikesine ışık tutuyor.

Kitapta Semin Gümüşel Güner ve Ayşe Karabat’ın sorularını yanıtlayan Naci Görür, kutsal kitaplarda geçen bir kıssa olan Nuh Tufanı hikayesini bilimsel açıdan irdeliyor.

“İNSANLAR DENİZİN NASIL TAŞTIĞINI ANLAMAYINCA…”

Naci Görür, Karadeniz’in oluşumuyla ilgili çalışmalar yaparken Boğaz’da Nuh Tufanı’nın muhtemel sebeplerini keşfettiklerini şu sözlerle okuyucularına açıklıyor:

“Karadeniz’in oluşumuyla ilgili çalışmalar yaptık. Hatta bir ara Karadeniz’in dibinde insan kalıntıları veya medeniyet kalıntıları bulundu. Daha fazla çalışma için Amerikalı bir adam geldi ama bir şey bulamadılar. Biz o dönemde çalışırken Boğaz’da bazı şeyleri keşfettik, Nuh Tufanı’nın etkilerini…

Malum, Nuh Tufanı, Sümerlerin Gılgamış Destanı’nda anlatılıyor. Kur’an’da da var. Bizim bulgulara göre, Boğaz açıldığı zaman, Akdeniz suları büyük bir şelale halinde Karadeniz’i basıyor. Bu şelale Niagara Şelalesi’nin aşağı yukarı 33 misli. Karadeniz’in suları hızla yükseliyor. Bu denizin kuzey kıyılarında yaşayan ilk insanlar, korku ile kaçışıp Doğu Anadolu’ya gitmişler. Oradan da kaçıp Mezopotamya’ya inmişler. Ama tabii, o dönemde denizin nasıl taştığını anlamadıkları için hikâyeler üretiyorlar; şöyle oldu, böyle oldu, diye. Bu hikâyeler de zamanla Nuh Tufanı’na dönüşüyor. Yani Karadeniz kıyılarındaki insanlar, Boğaz açılınca, Akdeniz’in suları da Karadeniz’i doldurunca kaçışmışlar. O bölgede yaşayanların bir kısmı da Avrupa’ya göçmüş. Aşağı yukarı 7 bin 200 sene önce olmuş bu.

“NUH TUFANI BİR KAÇIŞIN ÖYKÜSÜ”

Şimdi sular, bu yükseklikten muazzam şekilde dökülünce aşağı yukarı Niagara Şelalesi’nin 33 misli bir şelale meydana geliyor. Öyle bir hızla deniz yükseliyor ki… Günde 30 santim. Orada yaşayanlar bakıyorlar, birdenbire deniz yükseliyor, pılıyı pırtıyı toplayıp kaçıyorlar hepsi birden. O kaçışın öyküsüdür Nuh Tufanı.

“EGE DENİZİ’NİN ŞİMDİ BULUNDUĞU YERDE ÇELİK ÇOMAK OYNAYABİLİRDİNİZ”

Boğaz o zamanlar, yani 7 bin 200 yıl önce eski bir akarsu vadisi. Marmara Denizi ise bir göl. Ege Denizi bugünkü sınırlarında değil, yani Çanakkale Boğazı pek oluşmamış. O zamanlar, Ege Denizi’nin şimdi bulunduğu yerde sen çelik çomak oynayabilirsin, gezip tozabilirsin yani. Ama ne zamanki deniz seviyesi yükseliyor, orası deniz oluyor. O deniz o zamanlar akarsu olan Boğazların vadisini işgal ediyor. Zaten şekle bakın, akarsu gibi kıvrımlı kıvrımlı. Sular oradan da o zaman göl olan Marmara Denizi’ne geliyor. Marmara’dan da İstanbul Boğazı üzerinden Karadeniz’e gidiyor.

“BULGULARIMIZI YAYIMLADIK”

“Nuh Tufanı meselesini yazdınız mı?” sorusuna ise Naci Görür şöyle karşılık veriyor:

“Bir grup bilim insanı olarak bulgularımızı yayımladık. Bill Rayn, Walter Pitman, ben, Namık Çağatay ve Mehmet Sakınç bu konuda bir-iki makale yazdık ama daha sonra bu savın doğru olup olmadığını da yine bazı çalışmalarımızda tartıştık. Yani böyle şelale gibi olmama ihtimalini de tartıştık. Aksini iddia edenler hâlâ var.

Biz bu çalışmaları yaparken, bütün bu oluşumları anlatmak için, Sarıyer Belediyesi ile bir Boğaz Müzesi kurmak istedik. O da doğa tarihiyle ilgili dünyada ender olabilecek bir şeydi. Oturduk dünya kadar çalıştık ettik. Çok şey yaptık.

DİNLERİN YARATTIĞI YARATILIŞ HİKAYELERİNE NE KADAR UYGUN

“Bu bilimsel açıklamalar, dinlerin anlattığı yaratılış hikâyeleriyle ne kadar örtüşüyor?” sorusuna ise Naci Görür şöyle yanıt veriyor:

“Bilim özetle şudur; kafanda bir hipotez olacak. Mesela diyelim dünyanın yuvarlak olup olmadığını bilmiyorsun. Düz, tepsi gibi diyenler çoğunlukta diyelim. Sen diyorsun ki ‘Dünya yuvarlak olabilir’, bu senin tezin.

Ondan sonra araştırmaya başlıyorsun. Deniz kenarına bakıyorsun; gemi uzaktan gelirken önce bacası gözüküyor, sonra kendisi gözüküyor; yani bir yuvarlağa tırmanıyor gibi. Ha bak bu benim hipotezime uyuyor. Güneşin çıkışını, batışını inceliyorsun; bu da bir veri. Demek ki araştırıyorsun, gözlemliyorsun, verileri topluyorsun. Bu verileri daha sonra yorumlu yorsun. Diyorsun ki: ‘Kardeşim dünya yuvarlaktır.’

Dinde ise böyle bir şey yok, dinde hiçbir şeyi tartışamazsın. O bilim değil. Bilim sorgular, araştırır. Diyelim ki sen o çalışma hipotezini kafana ilk önce koydun; topladığın veriler seninle tezat oldu, çatıştı. O zaman diyorsun ki ‘Benim tezim yanlışmış’, bu sefer o verilere göre tez değiştiriyorsun. Dikkat edersen bilim kendini yanlışlıyor. Yanlışladıkça daha doğruya gitmeye çalışıyor. Bilim zaten hep kendi yanlışlarının üzerine doğruyu bularak bugünlere gelmiştir.

“FARKLI ALLAHLAR ORTAYA ÇIKARMAYACAKSIN”

İnanç meselesinde onu test edemezsin, doğrulayamazsın, yanlışlayamazsın. Yani bilim gibi değil. Bilimde bir şeyi yaparsın ya doğrudur ya yanlıştır. Şimdi inançta sen farklı Allahlar ortaya çıkarmayacaksın; bir Allah var. Şimdi sen Allah’ı her şeyin sahibi, yaratan eden, bütün güç olarak her şeyin temeli kabul ettiğin zaman bütün yeni buluşları, onun varlığının, kutsallığının, yüceliğinin, büyüklüğünün bir emaresi olarak kabul etmelisin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir